Ahmet GÜNBAŞ
Bir ilk kitap olan 366. Gün’ü⃰ ele aldığımda, şairi Remzi Sevinç’le ilgili herhangi bir özgeçmiş bilgisinin olmadığını gördüm. Bir iki araştırmadan sonuç alamayınca, vara vara kendine ait web sitesine vardım. Oradaki kısa künyeden, 1952, Adana-Ceyhan doğumlu olduğunu öğrendim. Gençliği politik kavgalarla geçmiş olmalı ki, İstanbul Üniversitesi Çapa Diş Hekimliği Fakültesi’nde okurken 3.sınıftan ayrılmış, 1977’de ülkesini terk ederek Paris’e yerleşmiş. O gün bugün dil gurbetinde ömür tüketiyor. 1980’lerden itibaren şiir yazmaya çalışıyor.
“Uzun süreli bir sürgünlük halinde ne yapar uzaklardaki kişi?” diye sorsak, elbette “memleket hasreti çeker” diye yanıtlarız hemen. Hatta ‘özlem’ sözcüğü yetersiz kalır bu bahiste. Nâzım Hikmet misali, “Memleketim, memleketim!” diye inlediğimiz vakidir sabah akşam.
Remzi Sevinç’te de böyle süreğen bir kanama var. Bellek yoklamasına soyunmuş adeta. Geçmişi andıkça kanıyor, paramparça oluyor. Yaşanmışlık dize dize, kare kare geçiyor gözlerinin önünden. Örneğin, Ceyhan’la ilgili anıları pek iç açıcı değil. Geceleyin vurulan Selami adlı genç, eylem ortaklığı yaptığı canciğer biri olmalı ki çıkmıyor aklından:
“Selâmi’yi vurdular
Ceyhan’ın ortasında
Ay doğmamıştı, alaca karanlıktı
Selâmi’yi vurdular
Kollarında sevdası” (s:10)
Ceyhan’ın Caynak Mahallesi’nde geçen çocukluğu ise ikide bir kuşçulayın gelip konar omuzlarına. Bilen bilir; belli bir yaştan sonra çocukluğunuz hiç inmez insanın sırtınızdan; Eteğinizden/paçanızdan çeke çeke götürür sizi doğup büyüdüğünüz topraklara:
“Küçük kuşuydum Caynak’ın
Köprü başında, ırmağın sularında
Kumlarda” (s:11)”
“O küçük çocuk olmak isterdim
Ceyhan’ın sıcak sokaklarında” (s:22)
Gurbette bir başına kalmanın mahzunluğu ise mesafe tanımaz; iyi ve güzel şeyler için çarpışanların ütopyasıyla buluşur her fırsatta; hem içlendirir, hem de uzaktan uzağa söyletir kişiyi:
“Çok sevenli, çok sevilenli
Denklemleriz biz
Ama ‘eşittir’den sonra
Yok koyacak bir şeyimiz
Akşam olur,
Anason kokusu gelir hakkımızdan
Sırılsıklam düşlerimiz…” (s:13)
“Yaşamak hatırlamaktır, “demiş Ülkü Tamer. Boşa konuşmamış, belli. Çünkü insan gelmişiyle geçmişiyle bir bütünlük arz eder. Üstüne üstlük anıları olmayanın pek insandan sayılamayacağına özgü bir işarettir bu. Ölüsüyle dirisiyle bir anlamı doldurduğumuz yaşam serüveninde, “İyi ki varız!” diyebilmenin övüncü ve onuru yetmelidir herkese. Belki bir sevgili, belki de kardeşten öte bir dost, arkadaş; belki de yoldaş kimliğiyle eskimeyen biri ya da birileri, andıkça dün gibi ışıtır ortalığı. Ve şiir, en çok onların varlığını dillendirir soluk soluğa:
“Bize bir ekmek ve gözlerini bıraktın
Kan olup damladın yüreklerimize
Şarkı oldun, türkü oldun
Yağmur olup yağdın
Karanfiller getirdik sana…” (s:17)
Sözgelimi adı Ömer olan şiir, büyük bir fotoğrafın parçalarından biridir. Onunla fondaki her şeyi anımsarsınız. Yaşam, Akdeniz maviliği gibi saçılır önünüze, ufuk hattınız daha bir derinlik kazanır:
“Bir de hatıra resmi çektirelim dedik
Bizi, sandalı, akşamsefalarını
Ve Akdeniz’i koyduk fotoğrafa” (s:19)
Kimi yitiklikler ulaşılmazlıkla açıklar kendini. Örneğin, abi Esat Sevinç’in ölümü, dönüşsüz tüm öyküleri takar peşine:
“yolculuklar vardır
Sen gitmezsin
…Götürürler seni” (s:85)
Demir Özlü, İşte Senin Hayatın adlı anılarından söz eden yapıtının bir yerinde, “Sürgünün nereden gelip çarpacağı belli değildir insana,” der yaşlılık hüznüyle karışık. Sanırım öyledir; ancak uzaklara düşeni ilk çarpacak olanın vatan hasreti olduğunu unutmamak gerekir, diye düşünüyorum. Çünkü onca çileye, darbeye karşın ütopyasıyla dengede kalan birinin gözü kulağı ülkesindedir hep. Ne denli gözden uzak olsa da bir nabız gibi atan memleket haberlerine kulak kesilir ister istemez. Örneğin, 301 maden işçisinin öldüğü Soma’daki grizu kazasıyla, 18 maden işçisinin toprak altında kaldığı Ermenek’teki maden faciası, aynı şiddette titretir dünyanın bir ucundaki sürgünün yüreğini. Yüreğini titrettiği gibi aklını da tarumar eder. Vaktiyle daha mutlu bir gelecek için bedel ödeyenlerin asla kabullenemeyecekleri bu durumdur bu. Biri Somalı, diğeri Ermenekli ikişer dizeyi derinliğine ölçer biçerseniz eğer, insani özün ne demek olduğunu bir daha anlarsınız enine boyuna. Her iki şiirde de zikredilen ‘karanlık’ imgesi, rastlantının ötesinde, ülke karanlığının zifiri boyutunu anlatır, içseslerden dış seslere doğru:
“Akşamları geç kalma
Zor yürünüyor karanlıkta” (s:28)
“Türküler söylermişsiniz
Unutmak için karanlığı” (s:35)
Ha maden kazası, ha başka bir facia!.. Her yıkım aynı derecede etkiler acıyı içselleştirenler için. Aksi halde unutmak şiir kuruluğuna yol açar ki o, felaketlerin en büyüğüdür. Yani şimdi kalkıp 10 Ekim Ankara Katliamı’ndan söz açsak, politik kimlikler bir yana, sıradanlığın bile buna tahammülü olmaması gerekir. Hele konu çocuklarımızsa!.. Tıpkı şair vicdanının döne döne çırpındığı gibi:
“Çocuklarımızı aldılar
Çocuklarını çocuklarımızın
Dumanlarını ocaklarımızın” (s:58)
“Güzel çocuk
Derin uykularından
Bak bize
Yaşamayı
En az bizim kadar
Hak etmiş gözlerinle
Utandır bizi, seni
Koruyamadık diye” (s:72))
Söz, toplumsal yapımıza getirildiğinde, sık sık ağıt toplumu olduğumuz söylenir. Her on yılda bir gerçekleştirilen askeri darbelerle, demokrasi ve barış güçlerine karşı uygulanan baskı ve terörün ardı arkası kesilmez. Yasaklar, engeller, türlü karartmalar halkın canına tak eder. Sevinç de iki bölümlü Ağıt şiirinde bu olumsuzluğa dikkati çeker. Bir bakıma, “Bu cehennem bu cennet bizim” diyen Nazım Hikmet, Türkiye’de bulunduğu sürece cehennemi yaşamıştır sadece. Burada, Ayvaz Ağıtı şiirinin sonunda, “Bu ateşten sana çokça pay düştü” diyen Gülten Akın’ın tedirginliğini de paylaşarak yaklaşmaya çalıştım aşağıdaki gözü yaşlı dizelere:
“Böyle mi yakalamalıydı yüreklerimizi
Bu hüzün, bu sızı, bu kan damlası
Güzel günleri bekliyorduk oysa, duymayı
Kuşların kanat seslerini günün ilk ışıklarında
Toprağın kokusunu yağmurdan sonra” (s:82)
Bireysel ve toplumsal acılar odağında anmalar giderek ürpertiye dönüşür. Baharı yaşamadan güze erişen solgun yaşamların ayak seslerinde, yemyeşil çağlarını yitirmiş gölgemsi suretler belirir her adımda. Gençlik, su gibi akışkandır bu meselde. Sözü yine Ceyhan’a getirirsek, “Ansızın sonbahar… / Çamlıyol’da / Ağzımızda yüreğimiz // Yağmur sonrası / Bulutsuz / Bir Ceyhan gökyüzü // Tutulmaz olmuş taşıyorlar / Söylememiş şarkılar // Diğer ucunda; Silah sesleri / Kavgalar / Ölümlerin en yanlışları // Gizliyoruz / İçimizde çoğaltıp / Atamadığımız çığlıkları” (s:50) pişmanlığıyla dışa vurulan kanlı çıkmaza takılır kalırız. Böyle bir çıkmazın öznesi olmak travmatik bir yalnızlıkla eşanlamlıdır elbet. Şairin, Paris’te bir kafede otururken kaleme aldığı Vitrinde Gördüklerim adlı şiirinde, onca çevre izleminin yanında “Acılarım görüyorum” saplantısıyla gerilere gitmesi yine geçmişle ilgili ayrıntıları getirir akla:
“Acılarımı görüyorum
Bardağı tutan parmaklarında,
İçtiğin son yudumda,
Kaldırımdaki ayak izlerin
Kaybolurken yağmurda” (s:51)
Katmerli acıları sağaltan tek şey, İstanbullarda kalan bir sevgilidir belki. Ayrılık vurgunu bile silememiştir onun varlığını. Hava gibi, su gibi bir şeydir onu anımsamak, dahası vakitli vakitsiz yaşamak!.. Yılar sonra, “Seviyorum / Püren kokan sıcaklığını / Duymayı titreyen sesini / Nefes almayı eş zamanlı” (S:57) diyen bir ses, her fırsatta insan sıcaklığıyla yoğrulan, yorgun argın bir kişilik çizmesine karşın, “Seviyorum / Yanında uyandığım sabahların / Yanık ekmek kokularını / Daha sık gel, görmeye yalnızlığımı” (s:57) hevesiyle yanar tutuşur. Şair, Kent kent dolaştırır sevgilisinin varlığını bıkıp usanmadan. Bir kahve içimi uğradığı İzmir’de bile, “Sen / İzmir’in neresindeydin // Hava rüzgârlı mıydı / Dalgalanıyor muydu saçların” (s:111) sorularıyla gizemli rüzgârlar estiren hep odur.
Çoğunla Kadıköy iskelesinde buluşan âşıkların her anı şiirle yüklüdür. Attilâ İlhan’ı andıran “yağmur / Sabah başlamıştı / 17.45 vapurundaydım / Seni arıyordum / Karmakarışıktım // Seni bulursam // Beni de bulacaktım / Ellerini bulacaktım / Ellerinde bıraktığım” (s:89) gibi ıpıslak bir şiirde sevgiliyi aramak hüzünlü bir şarkıya dönüşür. Uzağı yakınıyla pencereye yansıyan günün ilk ışıklarıyla seslenir sevgili. O, Her fırsatta geleceğe bağlamanın iler tutar yanıdır. Gözlerinin olmadığı her yer yalnızlık kuyusundan ibarettir.
Remzi Sevinç, anıları, hasretleri birbirine bağlamış 366. Gün’de. Şiirinde toprağına ve sevdiklerine yönelik dayanılmaz gizli açık bir çırpınış var. Ne denli “Sıradan hayatlar yazıyorum / Bütün silgileri sakladım” (s:143) dese de aslında ‘büyük insanlık’a bağlı destansı bir tutum içinde. Genelde ‘ütopya’ dediğimiz o derin esrimeyi “efsunkâr düşler” olarak yorumluyor bir şiirinde. Doğal ki şiire yatkın bir adlandırma bu. Düşlerimiz/hayallerimiz olmazsa ne kalır geriye? Hiçbir şey elbet!..
Şiir, en derin, en ince yanımızdır bizim. Kazdıkça ve yazdıkça varırız o derinliğe, inceliğe.
Bir ilk kitaptan bana kalan şu iki dize çok önemli bu açıdan:
“Toroslarda uykuya dalar bir funda
Terkedip çiçeklerini iğne oyalarında” (s:122)
Gelecekte bu tür dizelerin çoğalması dileğiyle…
Şiirin selamı üstümüze olsun diyelim.
⃰ 366. Gün – Remzi Sevinç, Klaros Yayınları, 1.basım, Kasım 2020